Tapınak kendisini içeriye kapatan duvarlarla çevrilidir. Bu duvarların yüksekliği içeride korunması beklenen kutsal bir özün ritüellerin ötesine taşan kirli bir alana bulaşmasını önlemek içindir. Üniversite skolastik bir akademinin tapınağı haline geldiğinde, orada kural dışını düşünmek yasaktır. Oysa elinizdeki derlemenin akademik ciddiyetin yüce sınırlarını çiğnemekle hiçbir sorunu yoktur. Zaten ismi de buradan ileri gelir: Latince kökenli profane sıfatı (dindışı, seküler, kutsala saygısız vs.) profanum sözcüğünden türemektedir. Profanum ise kökensel olarak tapınağın önündeki yer, yani tapınağın dışı demektir.
Tapınağın Dışında uygarlığı iki yönden kuşatan yeme rejimlerinin değerlendirilmesiyle başlar; insanın uygarlaşma sürecinde bir tiksinti olarak tezahür eden kokuların izini sürerek; ölüme, baş sağlığına, kültürel ya da doğal, vahşi ya da uygar her türlü yaşamın sonuna varır. Yaşam ile ölüm arasındaki bulanık ve sancılı bir süreci, bebeğini doğurduktan sonra kendisi de yeniden doğan annelerin çok katmanlı deneyimini katederek; bir kez daha yaşamın tam kalbine: sekse, hazza ve acıya, hazzın acılı, acının haz verici hallerine geri döner ve cinselliğin en büyük hapishanesi olarak kodlanan tek-eşli aşkın acımasız eleştirisiyle son bulur. Hannibal Lecter ile Stoacılığı, Spinoza ile BDSM’i, Hegel ile ménage à trois’yı ya da diyalektiğin asık suratı ile lohusa kanından henüz arınmış bir annenin neşesini bir araya getiren bu düşünce denemelerinde filozofların metinlerinden itinayla kazımaya çalıştığı yüzlerinden arta kalan izler bulunur.
Peki ama şimdiye kadarki tüm ciddiyetin; skolastik olanın sınırları içerisine gizlice, el altından hapsedilmiş düşüncenin önünde hazır bulduğu meşru görevlerdeki ağırbaşlılık ve resmiyetin ötesine geçerek halihazırda kutsal, yakışıksız ve dokunulmaz bulunan her şeyle böylesi oyuncu bir cesaretle ilişkilenmeyi amaçlayan bu ‘felsefe’ ciddiyetsizlik mi demektir? Hiç de değil. Tam aksine, Nietzsche’nin de dediği gibi: Belki de büyük ciddiyet ancak böyle başlayacak…